bugün

entry'ler (21)

basbakan dan leman a fotomontaj davasi

başbakanın bu davasını elbette tasvip etmiyorum, ama(gündeme cuk oturan amalardan farklı olarak) leman'ın mizah anlayışının da çok kaba olduğunu düşünüyorum. yani kapak ince bir zekanın mahsulü değil, bilakis gaflar içinden gaflara duçar olan erdoğan'ın sözünü aynıyla verip, bir de pandik eklenmiş. geçen haftaki leman'ın kapağı da yaratıcı değildi. "en az üç çocuk..." gafını kapağa öyle bir taşımış ki leman, yani olmaz böyle bir mizah anlayışı. halbuki aynı hafta penguen'in kapak resmi daha yaratıcıydı. tabi konu yaratıcılık olmadığı için, sadece davanın gereksizliğini tartışıyoruz, ama beri yandan türk mizahı sanki muhalif bir kimlikle ironiyi aynı potada eritmiş gibi, o konuları es geçiyoruz. yani davalar da olmasa dergilerin esamesi okunmayacak mı yoksa?

çifte standart

ilkelerin değil de suyun debisiyle yön kazanan istikametin standartları. "rüzgar nereye eserse demokratlığı" bu sulak bölgelerde yetişir, katı katmanlı ideologlar ise, hayat sabiti gibi bir etmeni denkleme yerleştirmekle vakit kaybederler. halbuki çağın değiştiğini kabul etmek ne ilkeler bazında bir farklılık demektir, ne hiçbir şeyin değişmeyeceğini öne sürerek geçmişe hapsolmak. cifte standart işbu iki eksik düşüncenin kesişim kümesindeki çatışma alanıdır. halbuki bir yerlere giden dünya şartları ve her ülkenin kaçınılmaz etkilenme oranı bu denklemde unutulan faktörlerdir ki, iç gündemde boğulmak hadisesi de bu unutkanlığın sonucudur. bu atmosferde ise taraflar birbirlerini yiyerek tüketemeyeceğini anlarlar ve çifte standartın çiftesiyle tarih pistinin kenarına fırlatılırlar.

abdullah gül

mahalle baskısı yüzünden zorla "üzüldüm" demek zorunda kalmıştır gül. günün anlam ve önemine binaen çifte standartın dibine vurduğumuz şu günlerde, acaba hukuki olarak mı yoksa siyasi olarak mı üzülmüştür diyesi. çünkü taraflar belaltı muhalefet yaparak, birbirlerinin samimiyetini yargıladığı gibi, yargıçlardan yargıç beğenir pozisyona düşmüş haldeler, bilmiyorum daha ne kadar kirlenebilirdik. öyle bir çıkmaz ki, sağdan da soldan da aynı rüzgar esmeye başladı ve korkarım bu "kendine demokrat" manzara derin izler bırakacak ülkenin geleceği açısından. siyasi mi hukuki mi bilemeyeceğim, çünkü ahmaklığın ne aidiyeti ne terminolojisi olur.

uretemeyen sadece karalayabilen insanlar

oylama sisteminin ürettiği yeni bir sınıf. hindistandaki kast sistemini andıran bir yapı içerisinde Sudralar'a tekabul ederler. o kadar küçüktürler ki mikroskopta bile müşahade edilemeyenleri vardır. bence oylama sisteminin gereksizliğini de ortaya koymuş bulunmaktadırlar, çünkü, "bir yazının oylanmasınının neye hizmet ettiğini anlayabilmiş değilim" tepkisi vermeme sebep olmuşlardır. oylama fasilitesi kaldırılırsa, sözlükte bir çok devrim bir anda yapılmış olacaktır. mesela sözlüğün oy mafyası(derin devleti) çökertilmiş olacağı gibi, ibnelerin sayısında da büyük bir azalma olacak ve karmaya inanan şişkin egolu, koltukları kabarık insanevlatları da, bunun ne derece boş ve fani bir meşgale olduğunu anlayacak. unutmayın, karmanın yüksekliğinden haz almaya başlamak da tehlikelidir, üretememeye sebep olur, tansiyona iyi gelir belki ama, zihinsel çöküntünün habercisidir. (zall'a duyurulur, karma marma boş işler bunlar hacım)

engin ardıç

hayli yorulmuş yazar. ülke sorunlarının 10 yılda bir deja vu etkisi yapmasından mıdır bilinmez, ama yorulduğu kesin.

çizgisinin değişmesi olayını ise ne gazete değiştirmesine bağlamak doğru ne Hükümet yanlısı yalaka yazı kategorisinde görmek. bakış açısının kökenleri; idris küçükömer'in, fikret başkaya'nın, eh hadi biraz da hikmet kıvılcımlı'nın tahlillerindeki sol eleştirisinde aranmalı kanımca. unutmayalım sol bu ülkede sadece bir nota gibi algılandı ve hazırol komutuna eşlik eden bir marş duygusuyla içselleştirildi.

bir de; atatürk'ün yanlışları olabileceğine bile tahammülü olmayan bir kesimin her atatürk eleştirisini vatana ihanet olarak değerlendirme eğilimi var. manzara-i umumiye bu olunca, engin ardıç da murat belge de hatta toktamış ateş de laiklikle sorunu olan insanlar kategorisine rahatça girebiliyor. dil'in kemiği yok evet, ama o çok söylenen omurgasızlık da bu kadar ucuz olmamalı. okumaya inanmak denen bir şey var canım ve iresmi tarih bile, şu çılgın türklerden önce vardı ve bir çok perspektiften ele alınmıştı. yok illa roman kurgulu layt tarihi gerçekçi belge kıvamındaki eserleri tek kaynak gösterecekseniz de, artık onlara tok bir nesilin olduğunu da görmek gerek.

nerde kalmıştık, hah engin ardıçta; yorgun yazar, ama oğuz atay ilkeselliğinden de vazcaymaz yazar.

ayrıntı yayınları

kitabın arka kapağındaki sözüm ona tanıtım yazıları, hayli abartılı, kitabın gerçekçi kimliğini zedeleyen, kitabın afyonvari bir etkisi olduğunu kabullenen içerikte yazılar olması bakımından sakıncalı olduğunu düşünüyorum, o tür yazıların. neticede kitap düşüncelerin dile geldiği bir formdur, değersiz olma ihtimalleri de insansal zaaf ve etkenler bakımından her zaman söz konusudur.(unutma ey okur!)

30 bin kürt öldürüldü 1 milyon da ermeni

provakatif şekilde kullanılan ifade olmuştur. ama milliyetçiliğin ulus devlet paradigması gereği topyekün bir redcilik de aynı ölçüde provanın diğer ucudur. görmek lazım tehcir veya jenosid olayının olma ihitmali de vardır. iki taraflıdır belki, belki sayıların aziziliğine uğrayıp sağduyumuzu yitiriyoruzdur, ama bir şeyler olmuş olma ihtimali de yüksektir. soykırım olmadı demek abesle iştigaldir, ama bu illa ki intikam yeminli bir cellatlıkla değil de, bazı sorumlu makamdakilerin basiretsizliğiyle ilintili olabilir. murat belge'ye kulak verelim:

"1 milyonun çok abartılı olduğu belli, çünkü o dönemde 1,5 milyon ermeni var mı, o bile tartışmalı. yalnız şöyle çarpıtmalar oluyor: bu bizim milli tarihçilerimiz, mesela osmanlı sayım rakamları nereden geliyor? berlin konferansı'nda, ermenilerin yoğun olarak yaşadığı altı vilayette reform yapılacağına dair söz verilmiş. reform yapmak için atılacak ilk adımlardan biri de sayım; sayacak ki, kaç ermeni var, bu reform kimleri kapsayacak saptasın, ama osmanlı'nın çıkarı ermeni nüfusu mümkün olduğunca düşük göstermekten yana. o yüzden o rakamları alıyorlar, şu tarihte şu, bu tarihte bu diyorlar ve ermeni nüfusun o dönemde 1 milyon 200 bin civarında olduğunu söylüyorlar...

sonra bir adam, bir almanın mektubunu alıyor. o alman, rakamlar aklımda değil ama, "bence ermenilerin üçte ikisi telef oldu" yollu bir şey söylüyor. osmanlı 1milyon 200bin demiş; bunu üçe böl, ikiyle çarp, 800 bin. muhtemelen yanlış rakamlar...

ama böyle bakıldığında, evet, 800 bin olabilir, ama o adam bunu ciddi ciddi tarih kitabında yazıyor, belgeler sunuyor, çürütüyor. almanın verdiği rakam ermenilerin 2milyon olduğu, nüfusun üçte ikisinin de telef olduğu. ama adam, kendi verdiği rakamı sanki alman da söylüyormuş gibi,"onun üçte ikisini sürdüler" siyor. diyeceğim o ki, bu rakamlarla sürekli utanmazca bir oynama var...

ermeniler de öldürüyor tabii, onlar da fırsat bulunca...yalnız arada şu fark var; adamın gözü dönmüş, 1915'in intikamı olarak bulduğu yerde öldürüyor, gerçi bulduğu yerde de öldüremiyor, bir tek rus işgali olan yerde yapabliyor ve ruslar da öyle her allah'ın günü böyle şeyleri pek yaptırmıyorlar..." murat belge böyle diyor.

30 bin kürt'e gelince; onları zaten "kürt dili diye bir şey yok ki, kendi aralarında bile anlaşamıyorlar" diyerek türkiye vatandaşı olmak yerine türk olarak görme eğilimindeydik ve yasalarla aidiyet de son kullanma tarihini geçti anlaşıldığı kadarıyla. hep söylerim zaten, tarihle yüzleşmenin bir vakti vardır bir de nakti. biz vaktinin gelmediğini savunuyoruz, sözüm ona hasımlar ise naktin azlığından şikayetçi.

ümit meriç yazan

babasının düşünce mirasına duygusal bağlarla bağlı, başkaca da bir söylem üretemeyen, işbu sebeple sosyoloji tahsili de olsa bu handikaptan kurtulamayacak olan, iyi niyetli olmanın verdiği motor gücüyle de bir yerden sonrasına fikri açılım getiremeyeceğini bilmesi gereken, kendisini severiz sayarız hanımı.

iktidar namlunun ucundadir

"iktidar namlunun odağındadır, ama gizli iktidar tetikte"

(ergenekon destanı, il kagan bölüğü)

hıncal uluç

kaybedilmiş kuşak için klişe değerlendirmesinin hemen akabinde, klişenin taşşaklısını ortaya koyan hıncal efendi, Büyük adamları zor koşullar yaratır tespitinin hemen üst katından da perdeyi aralayıp şunları dillendiriyor:

"Ben üniversite öğrencisi iken, araba değil, arabanın bir tek lastiğini almak için, Başbakan Adnan Menderes'in kartviziti gerekirdi.. Toplu iğneye muhtaçtık.. Lafın gelişi değil.. Gerçekten.. ilk Avrupa seyahatine çıkarken.. Hep anlatırım ya, annem dikişleri evde kendi yapardı. O devirde tüm gömleklerimizi dikerdi mesela.. Ve de Serpil'in tüm elbiselerini.. Çarşıya çık, seç beğen al, nerde o yıllarda.. Ne diyordum, annem liste yapmıştı bana, devletin yurtdışı için bana tahsis ettiği 30 dolar (Yazı ile otuz) ile hem üç gün otelde kalacak, hem yiyecek içecek, hem de bu istenenleri alacaktım.. Yemek işini bavula doldurduğum konservelerle çözdük.. Gecesi beş dolara bir pansiyonda kaldık. Hiç vasıtaya binmeden hep yürüdük ve listenin en başındaki bulunmaz maddeyi, anneme getirdik.. Toplu iğne.. Gömlek, elbise yaparken, prova için gereken toplu iğne bizde yoktu. Olanın ucu küttü, kumaşa batmıyordu, zorlayınca da iğne bükülüyordu."

sonuç:büyük adamları yaratan zor koşullar bıdı bıdı bıdı...

http://www.sabah.com.tr/uluc.html

na to kafa ine na to mermeri

(bkz: nato kafa nato mermer)

festus okey

festus okey olayı bana nedense modernitenin ne kadar da savunmasız bireyleri olduğumuzu hatırlatır. çünkü bir yandan birey olmayı dayatan bir "düşündüğüm için varım" argümanı, beri yandan cemaatler/dernekler/örgütler olmadan herhangi bir hak talebini dile getiremeyen bireyler. bu öylesine korunmasız bir durum ki, okey'de yaşadığımız bunun bir örneğiydi. onun gözaltına alınmasını, uyuşturucu satarken yakalanmasını elbette yasalar çerçevesinde olmak koşuluyla cezai müeyyideye tabi tutmak gerekiyor, buna ne şüphe! ama beri yandan festus okey'in hakkını arayabileceği herhangi bir mecra veya okey adına okey'in gözaltı seyrini izleyip müdahil olabilecek herhangi bir merci olmadı, olamadı. insan hakları evrensel beyannamesi'nin asgari müştereği insan yaşamının korunmasının sağlanması da böylelikle unutuldu gitti.(okey)

postmodern mimari

yeni eklektik mimari olarak da bilinir. post geçen herhangi bir kavram zaten eklektiktir, eksik etektir, öyledir böyledir. lahana turşusuyla perhizin hikayesine benzer. perspektifin canına okumak, yöntemi a la ngirik bir tarzda yine yeni yeniden inşa etmek... mesela bu mimarinin en bariz belirleyicisi dışarıdan bakılınca binanın konsepti ve işlevi hakkında fena halde çuvallama ihtimalinizin bulunmasıdır, bir de genellikle merdiven yerine uzun uzun koridorlarla elde edilen yükseltgeçler tercih edilir.

alper görmüş

taraf gazetesinde medyaironik adlı köşede mukim, medyaya içerden bir gözle bakmayı deneyen manipülasyon avcısı. bu tür çalışmalara/karşılaştırmalara ne çok ihtiyacımız var.

noam chomsky

amerika kaynaklı işgalleri veya unutulmuş coğrayfaları ele alan düşünür, zaman zaman ülkeler hakkındaki bilgisinin yetersizliği noktasında eleştirilebilmektedir. bunun da en önemli taşıyıcı gücü türkiye üzerine söyledikleri sanırım. halbuki murat belge namuslu bir aydın refleksiyle yıllardır bu konular üzerinde fikir üreten birisi ve chomsky'yle yakın olduğu bir çok husus olmasına rağmen hiçbir zaman böyle ajan gibi üst perdeden bir eleştiriyle karşı karşıya kalmamıştır. işte tam da burada vasatın refleksi devreye girer ve suç unsurunun yegane sebebini amerika üzerinden yürütmeye çalışırlar. halbuki bu coğrayfada fikir üretmek de, bunu dile getirmek de öyle basit argümanlarla anlaşılabilecek yüzeysellikte değildir. analitik ve stratejik temelli eleştirilerin de işbu davayı açımlama şansı vardır. hiçbir devlet istikrarlı bir politika gütmeyi başaramadığı gibi, öyle çok çok uzun vadeye yayılan istikrarlı programları uygulama şanslarına da sahip değildir. çünkü yaşam denilen yap-boz sürekli olarak deterministik yapıları alt üst etmekle programlanmış gibi işler. şu halde çıkar hesaplarıyla ülkeler arasındaki ilişkilerin de ekseni sürekli olarak değişmek durumunda kalır. chomsky'nin de bir iz sürücü gibi yıllardır fikir üretmesi ve olaylar arasındaki olası bağlantıları aydınlığa kavuşturma girişimi bu noktalar hesaba katılarak değerlendirilmelidir. çünkü neticede informasion ve dezenformasion'un başat ilerlediği bir çağın çocuklarıyız. yanlışa meyyalim vallahi dertten gibi bir savunma yerine, okuduğunu anlayan ve yorumlayan bireyler olalım. eh işte o zaman magazinsel bilgiler yerine, bilginin hangi amaca hizmet ettiği üzerinde durabilme şansına da sahip olabiliriz. yoksa böyle kafamızdan efsaneler yaratarak, bu ülkenin sadece bir vagon olduğu gibi vahim bir noktada, sadece piyonların yer değişimini izleyen pasifisitler oluruz. aman diyim...

yargikrasi

sami selçuk'un türkiye'yi tanımlarken kullandığı laikrasi ekseninde, ama, murat belge'nin ifadeleriyle güçler ayrılığının berhava olduğu durumlarda mızıkçılık yapan bürokrasiyi tanımlamak için kullanılan terim. yargı erkinin yönetiminde olmak, yasalarla modernleşmeye çalışan ülkenin dramı, üç perdelik tragedya...vs

bir de şu var tabi: (bkz: dikastokrasi)

akp kapatilirsa turkiye nin kazanacaklari

yeni bir parti kazanır, ama demokratik olarak nostaljik bir 70'ler ortamına doğru da geriden geriye gideriz. çünkü vesayet rejimi, güçler ayrılığının formalite icabı yapısı ve kurumsal mutabakatta aranan kriterlerin şerhi, tarihte hiç görülmediği ölçüde bir dekorun işaret fişekleri (bkz: gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var)

zaten son teknolocik aletlerde açma ve kapama tuşu aynı buton sayesinde işlevselleştiği için, öyle tellalların bahsettiği gibi bir atmosferde de olmayız. ne de olsa "bir parti kapanır bir diğeri açılır" rejiminin çocuklarıyız. murat belge'nin dediği gibi yargıkrasi yönetiminde bir ülkeyiz vesselam.

roberto calasso

italyan asıllı yazar. "kasch'ın yıkılışı" adlı romanıyla dikkatimi çeken yazar, tarihi bilgilerle harmanladığı eserleriyle umberto eco'nun en büyük rakibi olarak değerlendiriliyormuş.

elif şafak

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=250520

din ve etiği

denetim altındaki her sistem ve birim resmi söylem altında gudik ve tatsız tutsuz bir nevaleye döner. bu bağlamda din ve et(t)iği bahsi daha çok bu sorundan kurtulmaya çabalama sorunuyla, toplumsal kodlarla yüzleşme arasında gidip gelinen sürece tekabul eder. ki bir sarkaç gibidir, gider gelir; yasaların muğlaklığı da işbu sebeple davaya hizmet eden birer nefer gibi hezimet ve hizmet arasındaki gri bölgeye tekabul eder.